Annem Fildoz/Çiftesu'lu Ahmetoğullarından Gaccinin Ali'nin kızı İlve ile Kancaoğullarından Hacı İbrahim oğlu Hafız Hasan’ın kızı olarak 1907 yıllarında doğmuş. Bu tarihlerde nüfus kayıtlarında aksaklıklar olduğu için sözlü tarihe itibar ediyoruz. Annemin 5 yaşında ölen Fatma isminde bir kız kardeşi ve 40 günlükken ölen çok güzel bir erkek kardeşi vardı. Babası Hafız Hasan annem 7 yaşlarında iken Kafkas cephesine/Sarıkamış'a askere gidip dönmeyince şehit kızı olarak bir anne bir kız kaldılar.
beş erkek iki kız olmak üzere yedi kardeştiler. Erkeklerde en büyüğü Süleyman Yemen’de şehit düşmüş, Hafız Hasan dede Sarıkamış'ta, Şaban amca Balkan savaşlarında şehit olmuşlardır. Diğer iki kardeş Mehmet ve Muhammet genç yaşlarda verem ve dizanteriden vefat etmişler. Bu şehit dede ve amcalardan dolayı bizim ev şehitler diye anılır. Dedem ve amcalar daha müstakil iş ve sanat sahibi olmadan genç yaşta askere gidip öldükleri için asıl gelir babadan Hacı İbrahim'den kalan mülk ve iratlardı. İki halanın büyüğü Hanife hala Aksu köyüne Dilaver'lilere gelin gitmiş, diğeri Fadime hala Göneşara'ya gelin gitmiş fakat çocuksuz genç yaşta vefat etmiştir.
Annemin biri öz üçü üvey olmak üzere dört dayısı vardı. En büyüğü öz olan Aslan dayı ; üveyler Yusuf, Hasan ve Muzaffer dayı. Muzaffer kendi dayısı Asimçebioğlu Muhammed'e evlatlık verilmişti. Bugünkü soyadları Öztürk Muzaffer dayınınki ise Çebi'dır.
öz ve bir üvey olmak üzere teyzeye sahipti. Necibe teyze Fildoz gelini/akrabası, Fatma teyze Of-Hayrat gelini, Elmas teyze Gucera/Gültepe ve annesi İlve Vadon/Koyuncular köyü gelini. En küçük olan Ayşe teyze ise Sürmene'de Karisörcü Kemal Aksoy'la evlidir.
Seferberlik (Karadeniz bölgesindeki Rus işgali ) başlayınca ninem 29 yaşında idi. Kayınbiraderi Mehmet'i askere çağırmışlar. Acil işlerini yapması için biraz gecikmiş. O devrin muhtarı ile askerler Mehmet amcayı almak için köyde "Şehitlerdeki" evi basmışlar. Evi arayıp bulamayınca ‘zarar verirsek ortaya çıkar hesabıyla’ bir balta ile o zamana göre önemli bir marka olan Marsilya porselen takımlarını, kahve takımlarını, bakır kabları kırıp ezmiş. Bu hırs yetmemiş bu gün Hüseyin ağabeyin yattığı odanın kapı direğini iki yerden derince yaralamıştı. Hâlâ o iki yara izi direkte durur. Amcayı bulamayınca ahırdan yüklü/hamile ineği götürmüşler. Ayluga'da olan askeri karakola giderken Gilima/Kahramanlı da "halanın kayası" denen yerden Vadon'da Mollahasanlidan götürülen ineği tanımış askere teslim olmaya gittiğini bağırarak anlatıp ineği bıraktırmış. O inek maalesef doğum yapamadan ölmüş. Ruslar geri çekilince Mehmet amca askerlikten kurtulmuş.
bir müddet sonra hastalığı için (İbrahim dayının ) Mehmet efendi ile Erzurum'a kaplıcalara gitmiş, orada vefat etmiştir. Bizim akrabanın hepsi seferberliğe çıkmadı. Düşman köyümüzü işgal ettiğinde baba ve anne tarafım Lağot'a Esmanın kayalarında orman içinde saklanmış, inek ve koyunlarıda beraber olduğundan sütle yatıp sütle kalkmışlar.
Fakirlik bir sıkıntı ama bu zaman varlıkta ayrı bir sıkıntı. Annem (bir kendi iki tanede amca kızı ile beraber) üç kişi yetim kalınca varlıkları-serveti kendilerine yük olmaya başlamış. Allah'tan dede güçlü imiş ve uzak köyde olmasına rağmen sıkıntılarına şemsiye tutabilmiş.
İbrahim dedenin iki evi vardı. Bir tanesi şu an bizim oturduğumuz "şehitlerdeki" ev ,diğeri asıl baba evi yani caminin yanındaki bugün Emine ablanın oturduğu ev. İkisi arasındaki mesafe yarım hilal biçiminde mahalle içinden geçen yol tahminen 1 km. Mevsim kış kar adam boyu. Mahalle içinden geçen yol uzun ve engebeli olduğu için tarlaların ortasından yol yapılmış gidip geliniyor.
Babam anneme tutkun. Annem ise "halam ve amcamın izni olmadan olmaz "diyor. Bu arada amcası Mehmet annemi 17 yaşında iken 14 yaşındaki oğlu İbrahim'e nikahlamış. İnsan sevince demek ki hileyide mubah görüyor. Annemler şehitlerde evde iken haber gönderiliyor -tabiiki asılsız- "amcan ve halan aşağıdaki evde sizi bekliyorlar" Bu haber üzerine annem annemin yengesi/sırtında Emine abla beşiği ile/karda tarlaların ortasından gidiyorlar. Kar cidden adam boyu. Yandan baksan yürüyenleri göremezsin.
kişilik kafile Ağaların eviyle büyük ev/benim babaevi/arasına gelince eşkiyalar yolu kesiyor, annemi kaçırıyorlar. Al sana anlı şanlı bir düğün. Eşkiyalar tanıdık, Muhammet amca ile İbrahim dayının Mehmet/halamın kocası Abdullah Kanca'nın amcası/Kaçırılan kız nikahlı. Çözümü Muhammet amca buluyor. Gidiyor annemin nikahlısı İbrahim'in yanına, başka beğendiğin bir kız verelim Necibe'yi boşa. Zaten kız kaçırılmış, İbrahim çocuk. Yapacak fazla bir şey yok. Dini nikahta, boşamada kolay. Boşadım deyip boşuyorsun. Böylece yolun yarısında Necibe gelin oluyor. Babamda ömür boyu tekrarladığı '"Beni kandıran üzerindeki o çiçekli fistanın, onu giymeseydin".Suyun başında su içen koyuna kurdun, "suyumu bulandırıyorsun " demesi misali.
Annem evlendikten iki buçuk yıl sonra yirmi bir yaşında iken Hüseyin ağabeyim doğuyor /1928/. Otuzlarda Saniye ablam, otuz ikinin sonunda Aralık ayında İsminaz ablam doğuyor. Otuz dörtte Recep ağabeyim dünyaya geliyor. Recep ağabey 6 aylıkken babam içgüvey olarak annemin şehitlerdeki evine taşınıyorlar. Ardından iki küsür senelerle Şafiye abla, Fatma ablam ve Hasan ağabeyim dünyaya geliyor. Hasan ağabeyden sonra zaman açılıyor. Dört ve beş yıllık aralıklarla ben/İ.Hakkı/ ve Rahime doğuyoruz. Nihayet Anneannem, Annem, Babam ve dokuz kardeş küçük bir aile oluyoruz. Biz dokuz kardeşiz ama bizde ağabey ve abla hiyerarşisi pek olmadı . Çünkü ağabeyler baba, ablalar anne şefkatindeydiler. Yalnız küçüklerde bu şefkate hep layık oldular. Çok şükür hâlâ öyle. Onun için onlarla (kardeşlerle) hiç ekşisi dahi olmayan anılar hacimli, es geçiyorum.
Herkes annesini anlatırken bir vakur kelimesi ilave eder, ama annem cidden vakur, hislerini fazla belli etmeyen, ince espriliydi. Misal; amcazadem Kenan ağabey 130 kg.lik bir adam. Divana uzandığında göbek sarkıyor. Annem onu öyle görünce gülümsemeden "oğlum senin işin çok zor, kadın olsan eder/doğurur kurtulurdun. Ama şimdi bunu hep taşıyacaksın". Kenan ağabey önce espriyi anlayamamış, nenem izah edince vaveyla kopmuş. Annem hep böyle vakur ama içten içe esprili idi.
uzun yıllar kayınvalide olamamış. Zira gelin ve damatların çoğu akraba. Yenge diyen yengeye devam, hala diyen halaya devam ediyordu. Geleneği benim hanım bozdu.
okulu bizim evin hemen yukarısında. Yapılırken yer ve yönünü mühendisler annemin isteğine göre konumlandırmışlar. Sözü dinlenirdi. Gelen öğretmenler okul dışı zamanlarını bizde özellikle ağabeylerimin kurduğu zengin kütüphanede geçirirlerdi. Hele hanım öğretmenler genellikle yeni mezun oldukları için yemek dahil annemden ablalarımdan çok şey öğrenmişlerdir. Öğrenciler acıktı mı yemek susadılar mı su alabilirlerdi.
Bizim eve gece gündüz çok misafir gelirdi. Annem ve ablalarımın hoşnutsuzluğuna hiç şahit olmadım. Çünkü iaşe işleri onlara aitti.
evde çok neşeli idik. Bir gün evde annemle babam sağ taraftaki odada oturuyorlardı. Bizde - Altun abla, Fatma abla, Rahime-evin içinde güreşteyiz. Ama ne güreş. Ahlama puflama ayyuka çıkıyor. Bizler mücadeleye devam ederken babam kalkmış bize görünmeden kapı arasından bakıp annemin yanına dönmüş:-)
"Karı kalk şu kızları kurtar bu uşak onları öldürecek". Annem "Bırak adam oynasınlar. Ne mutlu onlara ki oynayacak kardeşleri var".
Hiç boş durmayı sevmezdi. Boş kaldığı anlarda çocuklarına ve torunlarına kur'an öğretirdi. Zaten hayır miraslarından en önemlilerinden biri de öldükten sonra ruhu için Kur'an okuyacak bir nesil bırakmasıdır.
Nenem uzun yıllar mide rahatsızlığı çekti. Araba tuttuğu için doktora gitmeyi sevmezdi. Kendi kendinin doktorluğunu yapardı. Yalnız göz tansiyonu sebebiyle sol gözü görmemezliği başlayınca Kur’an okuyamama korkusu ile telaşa kapıldı. Vasıtaların tutmasını göze alarak doktor kontrolü için İstanbul’a gelmeye razı oldu. Uçakla gidecektik. Bu sebeple araba ve uçak tutmasına karşı evde ve havaalanında iğne yapıldı. Öyle olduğu halde ancak Ordu üzerine kadar gelebildik. Nenem müthiş ızdırap içinde… Kusup boşalamadığı için daha da ızdıraplı. Hostes ise benim lise arkadaşım. Dış hatlarda görevli ve memlekete gelmiş geri dönüyor. Nenemle çok ilgilendi. Ancak yapabileceği çok fazla bir şey yok. Sonunda bana “Emice (benim lisedeki lakabım) " ha bu ander araba değil ki sağa çekip durasın. Çaresiz gideceğiz” dedi. Doğrusu da gittik. Nenem ızdıraplı, ben ondan fazla. Fatma (hostes arkadaşım ) ise bizimle yarışıyor.
Bu yolculuğa başlamadan önceki bir özdeyişi de kaynağından anlatmam lazım.
Nenemi İstanbul’a getireceğim günlerde babam yaylada idi. Babamın dostu Dayı diye hitap ettiğimiz Hacıahmetlerin Hakkı (Dayı) kolumdan tutup:
- Oğlum duydum neneni İstanbul’a getireceksin. Ama fazla kalmasın.
- Dayı nenemi bütün vasıtalar tutar. En az üç dört ay kalıp dinlenmesi lazım.
- Yook oğlum. İki ay yeter. Nenen – baban yaşlı insanlar onların kavgaları sohbetleridir. Bozma sohbetlerini.
Nitekim nenem iki ay içinde kendi ısrarı ile geri döndü. Bu arada Hakkı dayının sözlerini ancak şimdilerde çözebiliyorum.
Nenem akşam namazına hazır abdestli olarak Recep ağabeyin okuduğu Yasin süresi – sonunu bekliyormuş gibi- biter bitmez vefat etmiş.
Cenazeye gideceğiz. Uçak bileti yok. Karayolu ile ben, yeğenlerim Basri ve Ekrem yola çıktık. Şoförümüz Basri. Kafamı çevirmeye gör hız 170- 180 km / h. Bu mücadeleyle Gerede’yi geçtik, benim böbrek sancım tuttu. Gece yollar ıssız. Neyse Osmancık’a geldik. O geç saatte Ekrem’le Basri kahvehaneden iğneci bir marangoz buldular. İki “yangaz” hınç alır gibi beni marangoz tezgâhına yatırdılar. Ağrı kesici bir iğne yaptı marangoz yirmilik çivi niyetine. Oh be dünya varmış. Hayattan bir ders daha aldım o gece. İnsan üzüntüyü de sevinci de yaşarken sağlıklı olmalı. Yoksa kendi derdine düşüyorsun.
Yakın ilçelerden de gelen resmi zevat dâhil basbayağı kalabalık bir cemaati vardı. Nenemin mekânı cennet olsun…
İbrahim Hakkı ÖZKAN
23.07.2013